Felsefenin meş’um nazarı ile mânayı ismî cihetiyle baktığı için; güya buharmisâl o ene temeyyü’ edip, sonra ülfet cihetiyle ve maddiyata tevaggul sebebiyle güya tasallûb ediyor. Sonra gaflet ve inkâr ile o enaniyet tecemmüd eder. Sonra isyan ile tekeddür eder, şeffafiyetini kaybeder. Sonra gittikçe kalınlaşıp sahibini yutar. Nev’-i insanın efkârıyla şişer. Sonra sair insanları, hattâ esbabı kendine ve nefsine kıyas edip, onlara −kabul etmedikleri ve teberri ettikleri halde− birer fir’avunluk verir. İşte o vakit, Hâlik-ı Zülcelâl’in evâmirine karşı mübâreze vaziyetini alır.

der. Meydan okur gibi Kadîr-i Mutlakı acz ile ittiham eder. Hattâ, Hâlik-ı Zülcelâlin evsafına müdahale eder. İşine gelmeyenleri ve nefs-i emmarenin fir’avunluğunun hoşuna gitmeyenleri; ya red, ya inkâr, ya tahrif eder. Ezcümle:
Felâsifenin bir tâifesi, Cenâb-ı Hakk’a “mûcib-i bizzât” demişler, ihtiyarını nefyetmişler; ihtiyarını isbat eden bütün kâinatın nihayetsiz şehadetlerini tekzip etmişler. Feya Sübhanallah! Şu kâinatta zerreden şemse kadar bütün mevcûdat; taayyünatlariyle, intizamâtiyle, hikmetleriyle, mizanlariyle Sâni’in ihtiyarını gösterdikleri halde, şu kör olası felsefenin gözü görmüyor. Hem bir kısım felâsife, “Cüz’iyata ilm-i İlâhî taalluk etmiyor” diye ilm-i İlâhînîn azâmetli ihâtasını nefyedip, bütün mevcudatın şehâdat-ı sâdıkalarını reddetmişler. Hem felsefe, esbaba te’sir verip, tabiat eline îcad verir. Yirmi ikinci Söz’de kat’î bir surette isbat edildiği gibi; her şeyde, Hâlik-ı Küllî Şey’e has, parlak sikkeyi görmeyip, âciz, câmid, şuûrsuz, kör ve iki eli tesa düf ve kuvvet gibi iki körün elinde olan tabiata masdariyet verip,
English
العربية
Pyccĸий
français
Deutsch
Español
italiano
中文
日本語
Қазақ
Кыргыз
o'zbek
azərbaycan
Türkmence
فارسى