“Allahü Ekber, Sübhanallah” deyip, mahviyet içinde hayret ve muhabbet ile secde eder.
Sonra görüyor ki: Bir Ganiyy-i Mutlak, bir sehavet-i mutlak içinde nihayetsiz servetini, hazinelerini gösteriyor. O da ona mukabil, tâzim ve sena içinde kemal-i iftikar ile sual eder ve ister.
Sonra görüyor ki: O Fâtır-ı Zülcelâl, yeryüzünü bir sergi hükmünde yapmış. Bütün antika san’atlarını orada teşhir ediyor. O da ona mukabil: “Mâşâallah” diyerek takdir ile, “Bârekâllah” diyerek tahsin ile, “Sübhânallah” diyerek hayret ile, “Allahü Ekber” diyerek istihsan ile mukabele eder.
Sonra görüyor ki: Bir Vâhid-i Ehad, şu kâinat sarayında taklid edilmez sikkeleriyle, O’na mahsus hâtemleriyle, O’na münhasır turralariyle, O’na has fermanlariyle bütün mevcudâta damga-i vahdet koyuyor ve tevhîdin âyâtını nakşediyor. Ve âfâk-ı âlemin aktârında vahdâniyetin bayrağını dikiyor. Ve rubûbiyetini ilân ediyor. O da ona mukabil; tasdik ile, îmân ile, tevhîd ile, iz’an ile, şehadet ile, ubûdiyet ile mukabele eder.
İşte bu çeşit ibâdât ve tefekkürâtla hakikî insan olur. Ahsen-i takvimde olduğunu gösterir. Îmânın yümnüyle emanete lâyık, emîn bir halife-i arz olur.
Ey Ahsen-i Takvimde yaratılan ve sû-i ihtiyariyle esfel-i safilîn tarafına giden insan-ı gafil! Beni dinle. Ben de senin gibi gençlik sarhoşluğuyla gaflet içinde dünyayı hoş ve güzel gördüğüm halde, gençlik sarhoşluğundan ihtiyarlık sabahında ayıldığım dakikada, o güzel zannettiğim âhrete müteveccih olmayan dünyanın yüzünü nasıl çirkin gördüğümü ve âhirete bakan hakikî yüzü ne kadar güzel olduğunu,
English
العربية
Pyccĸий
français
Deutsch
Español
italiano
中文
日本語
Қазақ
Кыргыз
o'zbek
azərbaycan
Türkmence
فارسى